Bu sitede (gerekli) teknik ve analitik çerezler kullanılmaktadır.
Göz atmaya devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş olursunuz.

Ankara’da İtalyanlar: Donatella di Pietrantonio

Geçen Şubat ayında Ankara’da gerçekleştirilmiş kitap fuarı kapsamında İtalya Ankara Büyükelçiliği davetiyesi üzerinden fuara özel konuk olarak katılan yazar Donatella di Pietrantonio ile yapılan röportajı aşağıda sunuyoruz.

Donatella di Pietrantonio, hem gerçek annesinden hem de üvey annesinden iki kere terk edilmiş bir kızın çok dokunaklı çift terk ediliş hikâyesini anlatan “L’Arminuta: Dönüş” adlı kitabı ile son zamanlarda İtalya’da rağbet gören bir yazardır. Roman, 2017 yılında önemli edebiyat ödüllerinden Campiello ödülüne layık görüldü ve yakın zamanda Efil yayınevi tarafından yapılan Türkçe çevirisine dahil 20’den fazla dile çevrilmiştir. Bu nedenle yazarımızı ve kitabının Türkçe çevirisini bugün tanıtmaktan gurur duyuyoruz. Yazarımızın ait olduğu bölgenin İtalyanca lehçesinde “Dönüş” anlamına gelen “L’Arminuta” romanından bahsetmek üzere yazarımıza sözü bırakmak istiyorum. Oldukça önemli ve kuvvetli olan terk edilme konusunu neden seçtiniz? Sadece kişisel bir yorumlamanız mıdır yoksa annelik başta olmak üzere tüm önemli referans noktalarını kaybetmekte olan toplumun genelini ilgilendiren bir konu mu olduğunu düşündünüz?

Bu romanı yazmaya başladığımda net bir eser planım yoktu. Maalesef bende hep böyle oluyor. Tek güçlü bir fikrim vardı: terk edilme konusunu aşırı dereceye taşıyarak anlatmaktı. Bunun doğrultusunda başkarakter iki kere terkediliyor. Neden? Kendim başkarakter gibi iki kere terk edilmiş olmamama rağmen yine de bu yaşantıya ait hissediyorum. Çocukluğumdan beri çok yaygın olan bu insan halini yoğun bir şekilde hep hissetmişimdir. Bir çiftçi ailesinin kızıyım. Ve ben küçükken o zamanki tüm çiftçi kadınlar gibi annem de tüm gününü tarlada çalışarak geçirirdi. Daha sonra akşam eve döner, ev işleriyle ilgilenirdi. Böylece benim için terkediliş buydu, annemin olmasına rağmen yaşanan bir terk edilme duygusuydu. Annem vardı, ancak hep başka işlerle meşguldu. Dolaysıyla onu bir şekilde uzak, ırak görürdüm. Ancak bence, tek bir yaşanmış kişisel tecrübe bir roman yazmaya yetmez. En fazla içini dökmüş olursun. Oysaki, coğrafi özelliklerimizden bağımsız olarak bu konu hepimizi ilgilendirir. Teker teker yaşanan olayların ötesinde er ya da geç herkesin hayatında tecrübe edeceği bir duygudur bu. Yalnız hissetmemiz için sadece fiili olarak gerçekten terk edilmiş olmamıza gerek yoktur.

Bu romandan önce iki roman daha yazmıştınız: 2011 yılında yayımlanan ilk romanınız “Mia Madre è un fiume – Annem bir nehir gibidir” ve 2016’da yayımlanan ve 2009’da L’Aquila şehrinde meydana gelen deprem trajedisine atfedilen “Bella mia – Canım” kitabı. Genel olarak üç kitabınızın ortak özellikleri; birinci tekil şahıs anlatımı ve başkarakterlerin hepsinin anneleri veya analık ile kompleks ilişkilerde bulunan kadın olmaları. Birinci tekil şahıs kullanımı ile okurlar, kadın başkarakterlere çok yakın hissettiriliyor. Bu kitaplarınızda ne derece kendi yaşanmışlığınız yer almakta? Daha önce biraz bahsettiniz, ancak hikâyeleriniz için nereden ilham aldınız? Kendi hayatınızın hikâyesinin ne kadar payı vardır?

“Mia madre è un fiume – Annem bir nehir gibidir” adlı ilk romanım çoğunlukla otobiyografiktir. Diğer ikisi ise değildir. Ancak her üçünün temelini de kişisel tecrübelerim oluşturuyor. Yani romanlarımda ifade etmek istediğim; analık ile olan bu her zaman problematik ilişkimizdir. Beni yazmaya iten bu çözümlenmemiş düğümdü. Yazmaya ihtiyacımı doğuran, saplantım, budur. Ancak neredeyse tüm kurgu yazarları için de öyle olduğunu düşünüyorum. Yazarın çizdiği olay örgüsü, yani icadının, her zaman bir şekilde kendi acısını ifade edebilmek için bir unsurun olduğunu düşünürsek, her eserin aslında otobiyografik olduğunu düşünüyorum.

Yazarlık tecrübenize ve nasıl yazar olduğunuz konusuna gelince, aslında her gün yaptığınız iş farklıymış, çocuk diş hekimiymişsiniz. Yazarlığa nasıl yakınlaştınız, veya nasıl yazar olunur? Bu karmaşık ve rekabetçi dünyaya giriş yapmak isteyen gençler için de bir tavsiyeniz olabilir mi?

Yazarlık dünyasına nasıl giriş yapıldığını gösterebilen en uygun kişi olmadığımı düşünüyorum. Çünkü ilerlediğim yol virajlı, uzun, hatalı bir yoldu. Çok küçükken kendim için yazmaya başladım ve çok uzun yıllar boyunca sadece kendim için yazmaya devam ettim. Üniversite tercih dönemi geldiğinde cesaretim yoktu. Çiftçi ebeveynlerime hayatta yapmak istediklerimi nasıl anlatacağımı bilemezdim bile. Bu nedenle daha güvenilir ve güvenceli bir mesleğe giriştim. Yine de genç bir yazara tavsiyede bulunmam gerkirse “benim yaptığım gibi yapma” “tam tersini yap” derim. “Bu hayaline tam olarak inan, şansını şimdiden dene!” derim. Sende bu hastalık varsa başka bir şey yaparak iyileşemezsin. Er yada geç tekrar tekrar ortaya çıkar. Bende olduğu gibi sen de yolunu belki geç bulursun.

Okurlar, yolunuzu değiştirip kitaplarınızı bize armağan ettiğiniz için çok mutlulardır…
Ancak ‘gerçek işim’ olarak adlandırdığım mesleğimi de inkâr etmek istemiyorum. Çünkü aslında yaşadığın her şeyin, yazacakların için bir besin kaynağı olduğunu düşünüyorum. Mesala bu kadar kuru ve sade olarak tanımlanan yazma şeklimin, yaptığım cerrahlıktan bir şekilde geldiğini düşünüyorum. Diş hekimliği cerrahi bir tıp dalıdır ve bu nedenle tüm gereksiz olanları, çürükleri, tartarları nasıl keseceğinizi, nasıl ortadan kaldıracağınızı bilmek zorundasınız. Belki de bunlar, daha sonra yazılı olarak kağıda döktüğüm düşüncelerimin bir tür niteliği haline gelmiştir.

Bu kadar sade, temiz, kuru diyebileceğimiz bu yazma stiliniz, kendi mesleğinizden başka ayrıca doğup büyüdüğünüz Abruzzo bölgesinden de kaynaklanıyor mudur? Tanımayanlar için Abruzzo bölgesi, orta İtalya’nın bir bölgesidir ve kadınlarla birlikte yazdığınız üç kitabın hepsinin başkarakteridir. Aslında bu bölgeyi onu az tanıyan İtalyanlara da tanıttınız. Yazdığınız hikâyelerde mekan seçimi ne derece önemlidir?
Evet, Abruzzolu bir yazar sayılabilirim. Çünkü, bir genelleme yapmak veya bir stereotip kullanmak gerekirse, Abruzzolular özetli, sade bir şekilde kendilerini ifade ederler. Bazen kapalı, ketum olurlar ve herhalükarda kendilerini boş laflara bırakmazlar. Aynı şekilde kendimde de bu bölgesel niteliği görüyorum. Tabii ki çok konuşkan Abruzzoluların olmadığı anlamına gelmez. Ancak genellikle en azından iç kısmında yaşayanlar bir çeşit kelime ekonomisini yaparlar. Ana toprağımız, kısa mesafede büyük bir doğa ve insan çeşitliğini barındırır. Bir kaç kilometre mesafesiyle dağlardan çok yeşil ve güzel bir kırsal bölgeye ve ordan da denize geçilir. Bu manzara çeşitliliğine benzer bir yanı da insan yerleşimlerinin çeşitliliğidir. Bir yandan çok küçük, iç kısımlarda konumlanan ve ulaşımı zor köyler var, öte yandan da deniz kenarında Pescara gibi oldukça büyük şehirler de var. Bu farklılıklar, atasözlerimize geçmiş bir ayrımına neden olmuştur: “kemik bölgesi ile et bölgesi” ayrımı. “Kemik” bölgeleri, iç kısmında, dağlık yerlerde bulunan topraklardır. Kemik imajı, dağların kayalarını tabir ediyor. Yaşamı en zor bölgelerdir, yaşadığımız depremlerden sonra belki her şeyin daha da zor olduğu bölgelerdir.

Romanlarınızda sıklıkla İtalyanca bölgesel lehçesini kullanıyorsunuz. Onun tercümesi nasıl yapılmıştır sizce? Daha genel anlamda tercüme ile ilişkiniz nedir? Çünkü sanırım eğer bir taraftan zenginliği bir şekilde kaybolmalıysa da diğer taraftan hikâyelerinizin içeriği herhalükarda saklı kalır.
Türkçe çevirisi konusunda şanslı oldum. Çünkü Türkçe çevirmenimiz aynı zamanda bir İtalyanla evli olduğu için lehçe ifadeleri konusunda zorlanmamıştır. Genel olarak söylemem gerekiyor ki bu son romanımda ilk başta lehçeyi kullanmamayı planlıyordum. İtalyanca’nın iki ayrı seviyesini kullanacaktım: başkarakter ve daha eğitimli karakterler için daha rafine bir dil, asıl aile üyeleri ve köylüler için ise daha basit bir dili kullanacaktım. Ancak sonuçta dili, karakterlerin ağızında denemek lazım, karakterlerde şekillendirmek lazım. Ve onu yaptığımda gördüm ki asıl aile üyeleri için İtalyanca, onu ne kadar çok basitleştirsem ve sadeleştirsem de yine de sahte bir seçim olacaktı, yine de aslında böyle biri dili destekleyemeyecek karakterlere yazarın empose ettiği bir dil olacaktı. Bu nedenle, emin olduğum sayılı şeylerden biri karakterlere duyduğum saygı olunca, kendilerine ait dilini işleyerek kullanmalarına izin verdim. Lehçenin de filolojik bir sunumunu yapma niyetimde değildim, bu nedenle lehçelerini işledim. Nasıl işlediğimi anlatmak uzun olur ancak bir şekilde onu işledim, İtalyanca’ya yakınlaştırdım.